Hülya Koçyiğit, Büyükşehir Belediyesi yayın organı Samsun E-Dergi‘ye özel açıklamalarda bulundu.
Hülya Koçyiğit, Yeşilçam’dan bugüne, damadı Engin Altan Düzyatan’ın oyunculuk performansından yeni nesil oyunculara kadar bir çok konuya değindi.
Türk sinemasının unutulmaz oyuncularından; Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik’ten oluşan ‘Dört Yapraklı Yonca’dan birisi olmak nasıl bir duygu? Hülya Koçyiğit’in Türk halkı tarafından bu kadar çok sevilmesi ve benimsenmesinin sırrı sizce nedir?
Çok güzel bir duygu… Çünkü bu saydığınız değerli isimler Türk sinemasını Türk halkına sevdiren, benimseten ve hala bugün de izlenmeye devam eden sinemamızın divaları.
Türk halkı kendi değerlerine saygı duyan, gerek yaptığı işlerle gerek özel hayatıyla seyircisine her zaman saygılı olmuş bu kadınları çok sevdi. Değer verdi. Önemsedi. Takip etti. Birer rol model olarak kabul etti. Dolayısıyla başta da söylediğim gibi güzel bir duygu.
Alkış sesi beni büyüledi
Oyunculuğa başladığınız yılları zaman zaman düşündüğünüz oluyor mu? İlk defa kamera karşısına geçtiğinizde neler hissetmiştiniz?
Kamera karşısına değil ama tiyatro sahnesine hazırlanmaktaydım zaten. Seyircinin alkışını hayatımda ilk kez 5 yaşımdayken yaşamıştım. Ondan sonra o alkış sesi beni büyüledi.
Ankara Devlet Konservatuarı’nda tiyatro oyuncusu olmak için okudum ve sinemadan üstelik Türk sinemasının en önemli yönetmeninden teklif alınca da severek kabul ettim.
Tabii ki sahne ve sinema teknik olarak birbirinden çok farklı olduğu için bir kameranın önünde olmak, ışıkların altında olmak ve objektifleri daha henüz tanımıyor olmak oldukça heyecanlandırmıştı beni. Hareketlerim sanki sahnedeyim gibiydi. Büyük büyük ifadeler, vücut dili kullanıyordum.
Değerli yönetmenimin sık sık ikazları oluyordu. Bizim burada objektifte bu kadar görüntün var. O nedenle biraz daha küçük hareket et filan diye. Bir yandan heyecan bir yandan işimi öğrenme hevesi ve azmi ile yönetmenimin öğretileriyle kısa zamanda heyecanımı yendim.

Başarı emek ve sabır işi
Filmleriniz hala büyük bir ilgiyle izleniyor. Bu kadar başarılı olacağınızı, tüm Türkiye’nin sevgisini ve takdirini kazanacağınızı tahmin ediyor muydunuz?
Tahminin ötesinde arzuluyordum. Sevilmek, beğenilmek, izlenmek, takip edilmek, talep edilmek gerçekten benim de istediğim bir şeydi. Başarı; emek, sabır, işe saygı, iş arkadaşlarına saygı, mesleğe saygı ve en iyisini yapmak arzusu, çabası… Bunun için doğru seçimler yaparak başarıya ulaşacağıma inanıyordum.
Uluslararası ödül alan ilk Türk filmi, sizin de oynadığınız ilk film olan ‘Susuz Yaz’ 1963’de Berlin Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülü olan Altın Ay’ı kazanmıştı. O dönemde neler yaşadınız ve ne hissettiniz?
16 yaşındaydım. Gelen ödülün ne kadar değerli olduğunu ve uluslararası sinemamız olduğunu, bunun ne demek olduğunu fark edemeyecek kadar gençtim. Ama bana bunun benim için büyük bir sorumluluk olduğunu, bundan sonra seçimlerimin çok daha özenli olması gerektiğini hatırlatan bir annem vardı.
Yeşilçam döneminde unutamadığınız bir anınız var mı?
Anılar o kadar çok ki; acı anılar, tatlı anılar, korkutucu anılar, mutlu edici anılar… Hani hep derler ya ‘Show must go on’ yani ne olursa olsun o şov temsil edilecektir.
En büyük acıyı yaşasanız dahi o sahneye çıkacaksınız. Benimde başıma buna benzer bir şey geldi. Babamın ölüm haberi geldiği halde bana bunu hissettirmeden o günkü çekimlerin tamamlanması için çalışmaya devam ettirdiler.
Sonradan garip bir burukluk yarattı benim içimde. Belki de babamı son bir defa görme imkânım olacaktı. Şu anda aklıma bu geldi. O kadar çok anı var ki.
Bunu inkar edemem
O dönemin filmlerindeki seslendirmeleri, dublajları nasıl buluyordunuz? Size seslendirme yapılması sizin isteğiniz doğrultusunda mıydı?
Seslendirme yapan sanatçıların filmlere, aktörlere ya da aktrislere çok yararlı olduğu, çok faydalı olduğu bir gerçek. Çünkü birçok sinemada yer alan oyuncu ne diksiyon ne fonetik ne ses terbiyesi eğitimi görmemiş kişilerdi.
Belki sadece fizikleri nedeniyle seçiliyorlardı. İyi resim verdikleri için, karizmatik görüntüleri olduğu için. O yüzden seslendirme sanatçılarının bir dönem çok önemli katkıları olmuştur. Bunu inkâr edemem. Ancak ben bunun eğitimini almış bir kişi olarak elbet kendimi seslendirmek çok istedim.
İlk seneler bunun için çok mücadele ettim, istedim, talep ettim. Peş peşe film çekimleri nedeniyle zaman ayıramadılar. Ama en sonunda mücadelemde muvaffak oldum.
Epey bir zaman oldu. Ama yine de kendim konuşma imkânı buldum. Ne kadar sesle ilgili, konuşmayla ilgili becerisi ya da eğitimi olmasa da kişinin kendi sesi görüntüsüyle beraber çok daha gerçekçi, daha inandırıcı, daha doğal olduğu bir gerçek.
Hülya Koçyiğit : O kişinin ruhuna girmekle alakalı
Oynadığınız filmlerin birçoğunda sizi içten bir şekilde ağladığınız sahnelerle hatırlıyoruz. Role girmek için uyguladığınız bir yöntem var mıydı?
Elbette. Bunun başında empati geliyor. Yaptığım işin en belirgin özelliklerinden biri o karakterle aynı duyguya geçebilmek, o olmak, onun yerine koyabilmek kendimi. O olunca, o insanın duyguları ifadenize yansıyor.
O insanın yaşamı karşılayış biçimi ifadenize yansıyor ve içinde bulunduğu dramatik durum sizi de perişan ediyor ve siz de gözyaşlarına boğuluyorsunuz.
Eğer suni tekniklerle gözüm yaşarsaydı önce ben inanmazdım. Ben inanmadığım içinde seyirciye de geçmezdi o duygu. O nedenle dediğim gibi tamamen o kişinin ruhuna girmekle alakalı.
Gülşah bize şans getirdi
Kızınız Gülşah Alkoçlar, küçük yaşta “İbo ile Güllüşah” ve sizinle birlikte “Gülşah”, “Gülşah Küçük Anne”, “Gülçiçek (Kader)” gibi filmlerde rol aldı. Kızınızın sinema ile tanışması nasıl oldu? Onunla aynı filmde oynadığınız zamanlarda neler hissetmiştiniz ve yaşamıştınız?
Gülşah 5 yaşındayken Gülşah Film adında bir film şirketi kurduk. Bize şans getirmesi, uğur getirmesi için kızımızla bir film yapmak istedik.
Çünkü o kadar çok talep vardı ki çocuk filmlerine. Geçmişte Ayşecik vardı, Parla Şenol vardı. Çocuk filmleri eksikti. Bu taleplere cevap vermek adına da kızımızın bizimle bir film yapmasını istedik.
Çok küçüktü. Önce memnuniyetle kabul etti. Sonra çekim sırasında oldukça sıkıntı çekti. Çünkü o bir çocuk. Onu disipline sokmak o kadar kolay değil. Hakkımızda yok zaten ondan bunu beklemeye.
Ama her şeye rağmen çok uyumluydu. Yaptığı işin farkındaydı. Neden yaptığının farkındaydı. Dolayısıyla bizim için çok problem olmadı. Şimdi dönüp baktığımda iyi ki yapmışız diye memnuniyetle izliyorum.
Onunla aynı filmde, aynı karenin içinde olmak… Onu sette kendi kızım olarak görmüyordum. Orada o rolü canlandıran bir çocuk olarak görüyordum. Sette bir rol arkadaşı gibi davranıyordum. Tabii ki evde daha farklı…
Sinema benim yaşam biçimim
Türk sinemasında neredeyse sayamayacağımız kadar çok filmde başarılı bir şekilde yer aldınız. Sinema sizin için ne ifade ediyor?
Sinema benim yaşam biçimim, yaşam enerjim. Yaşam dendiği zaman anladığım şey. Mesleğim. Oyunculuk yaşamak ve yaşatmak… Bir olayı, bir hikâyeyi en dürüst, en doğal şekliyle seyirciye hissettirebilmek…
Ben mesleğimi hakikaten çok fazla severek, çok değer vererek yaptım. Çünkü insana çok saygı duyuyorum. İnsana çok değer veriyorum ve yaptığım işle çok iyi biliyorum ki onun hayatında, dünyasında, düşüncelerinde, ruhunda mutlaka o hikâyenin etkisi var.
Bu hikâyeyi canlandıracak olan kişi de benim. Benimle kurduğu iletişim belki de onun hayatını etkileyecek. O nedenle çok ciddiye aldım mesleğimi. Kendimi bildim bileli mesleğin içinde olduğum için sinema benim için bir yaşam biçimi diyebilirim.
Abla karakterlerinden keyif aldım
Canlandırdığınız karakterler içerisinde sizi en yakın olanı ve oynamaktan en keyif aldığınız karakter hangisiydi?
Abla karakterleri canlandırmak keyif aldığım rollerdi. Ama yine çok genç olduğum yıllarda bir milli kahraman olan Aliye öğretmeni canlandırmıştım. “Vurun Kahpeye”, Halide Edip Adıvar’ın romanıydı.
Sinemaya oradan adapte edilmişti. O rolü o kadar çok içten hissetmiştim ki. Hem öğretmen olmak hem milli mücadelede vatanı için fedakârlıklarda bulunan bir genç bir kadını canlandırmak gerçekten unutamadığım rollerimden biridir. Çok severek canlandırdığım bir roldü.
Günümüz Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüz Türk sineması düne nazaran çok daha profesyonel, çok daha teknolojiden yararlanabilen, çok daha sponsor desteğini yanına alabilen, dünyaya açılma çabası, gayreti ve girişimi içinde olan her geçen günde giderek daha da iyi olan bir sinema.
Ben genç sinemacıların gayretlerini takdir ediyorum ve Türk sinemasının gerçekten hak ettiği yeri aldığına, alacağına inanıyorum.
Türk sinemasında kendi döneminizden hangi aktörleri beğenirdiniz?
Ayırım yapabileceğimi zannetmiyorum. Çünkü onlar benim iş arkadaşlarım, meslektaşlarım. Ayrıca her biri birbirinden değerli. O nedenle izin verirseniz isim vermeyeyim hepsi diyeyim.
Ama bir tek belki Erol Taş’ı ayırabilirim içlerinden. Çünkü Erol ağabey dediğim gerçekten mert, yürekli, çocuk kadar saf, dürüst ve bana her zaman kol kanat germiş bir kişiydi.
Herkes onu rollerinin etkisiyle kötü adam olarak tanırdı. Ben tam tersine onu en güvenilecek insan olarak düşünürdüm. Sadece sembolik olarak onu söylemek isterim.
Günümüzde kendinize benzettiğiniz bir oyuncu var mı?
Kimse kimseye benzemez. Kimse kimsenin yerini tutamaz. Ve de mukayese yapılamaz aslında. Çünkü herkes bir değer.
Dolayısıyla benim kendime benzettiğim bir oyuncu diye bir konu söz konusu değil. Tabii ki seyirciler bu benzetmeleri, benzeşmeleri yapıyorlardır belki ama benim bu konuda söyleyebileceğim bir şey yok.
Sizin gibi oyuncu olan damadınız Engin Altan Düzyatan’ı nasıl buluyorsunuz?
Mükemmel. Dört dörtlük bir oyuncu… Çok güçlü bir oyunculuğu var. Muhteşem güzel bir sesi var. İnsanı çok etkileyen…
Aktörlüğü için söylenecek çok fazla şey yok. Çünkü kendisini ispat etmiş bir aktör. Ancak insan olarak da öylesine güzel, öylesine insan duygularını taşıyan bir insan ki…
Ailemize çok güzel adapte oldu. Çok iyi bir baba oldu. İyi bir eş oldu. Sevgi dolu bir insan… O nedenle onu çok seviyorum.
Güzel bir ömür geçti
Bir döneme damgasını vurmuş Fenerbahçeli futbolcu Selim Soydan ile yaptığınız evlilik yıllar önce herkesin büyük ilgisini gördü. Yıllardır herkes sizi severek takip ediyor. Selim Bey ile bir ömür geçirmek nasıl bir duygu?
Çok güzel bir duygu. Çünkü her geçen gün sevgiyi tazeleyen ve ilgi gördüğünüz, sizi düşünen, güvenebileceğiniz, sırtınızı dayayabileceğiniz bir kişiyle hayatınızı geçiriyor olmak çok güzel bir duygu.
Onun çok yüksek bir sorumluluk duygusu var. Sadece kendi için değil. Benim mesleki yaşamım içinde son derece hassas ve bana her zaman katkıda bulunan bir kişi. Güzel bir ömür geçti.
Hayatınızda dönüm noktası olarak gördüğünüz bir an var mı?
Var. Net dönüm noktam anne olmak… İsteyerek oldu. Çok çok istiyordum. Çocuklara karşı çok büyük bir zaafım var. Belki abla olduğum, kardeşlerim olduğu için.
Anne olmayı çok istedim. Zaten çok erken yaşta anne oldum. Gerçekten de hayatımın dönüm noktası.
Hayatta vazgeçmem dediğiniz prensipleriniz ve aşılmasını istemediğiniz kırmızı çizgileriniz var mıdır?
Herkesin kırmızı çizgileri vardır diye düşünüyorum. Çünkü kendine saygı duyan kişi mutlaka karşı tarafa da saygı duyar. Aynı derece de o saygıyı bekler. Prensiplerim iş ahlakı açısından var. O da belki basit şeyler ama belki de tekrarlanması gereken şeyler. İşe saygı, disiplin gerekiyor. O disiplini her zaman korumak gerekiyor. Dolayısıyla ilkeli durmak durumundasınız.
Sevenlerinizin çok fazla bilmediği bir yönünüz var mı?
Sevenlerimin benle ilgili bilmedikleri bir şey yok diye düşünüyorum. Çünkü 50 yıldır beraber yaşıyoruz. Beraber büyüdük. Duygularımızı paylaştık. Kendimi hiçbir zaman sırça köşke çekmedim.
Tam tersi halkın içinde oldum. Halkın sorunları ve dertleri ile yoğruldum. Ve bunu dile getirdim. Konuştum. Konuşmadığım zaman film yaptım.
Film yapmadığım zaman bir şekilde paylaştım. Ayrıca yanlarında olduğumu hissettirdim. Bilmiyorum acaba benimle ilgili bilinmeyen bir şey var mıdır?
Çiçekleri çok seviyorum
Uğraşmaktan keyif aldığınız, size iyi gelen hobileriniz var mıdır?
Evet, bahçeyle uğraşmak… Yıllar sonra bahçeli bir evde yaşama imkânı bulduk. Onun için çok teşekkür ediyorum, şükrediyorum. Bahçeyi seviyorum. Çiçekleri çok seviyorum. Ağaçları çok seviyorum.
Onun dışında organik ürün merakım yüzünden küçücük bir bostan yaptım. Orada domates, salatalık yetiştirmek bana çok keyif veriyor. Şu anda en keyif aldığım hobim…
TRT 2’de sunuculuğunu yaptığınız “Film Gibi Hayatlar” programında her hafta bir meslektaşınızı ağırlıyorsunuz. Türkiye’nin en değerli ve sevilen sanatçıları ile yaptığınız, izleyenlerin büyük beğenisini kazanan programınızda yaşadığınız ilginç bir anınız var mı?
Ne yazık ki bu son 2 yıl pandemi dönemine denk geldi. Bu nedenle birçok arkadaşımın sokağa çıkmak konusunda bile tereddütleri olduğu için istediğim her arkadaşımı ağırlama imkânı bulamadım.
Fakat şunu unutmuyorum. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Rasim Öztekin’i davet etmiştim. Pandeminin de en yasaklı dönemiydi. Karşılıklı elimizi kalbimize koyarak birbirimizi selamladık. Ayrılırken hatıra olarak bir fotoğraf çektirmek istedik.
Nasıl duracağımızı bilemedik. Mesafeli durmamız gerekiyordu. Sonra karşılıklı yumrukla birbirimizi selamladık. Herkes ‘durun ay değmeyin, aralıklı durun’ derken çok güzel bir espri yaptı. Onu unutamıyorum.
Onu hemen akabinde kaybettik. Gerçekten şok oldu bizlere. Çok üzüldük. Allah rahmet eylesin.
Sanat politikaları
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’nda olmak sizin için ne ifade ediyor? Yapılacak projelerden bize biraz bahsedebilir misiniz?
Bir devletin mutlaka kültür ve sanat politikası olması gerekir. Kültür ve sanat politikalarını da üretecek olan sanatçılardır. Cumhurbaşkanımız kültür ve sanatta istediğimiz yerde değiliz diye dertleniyordu.
Bu yüzden böyle bir kurulun oluşmasını tercih etti. Biz üyeler olarak haftada bir toplanıyoruz ve gördüğümüz eksikleri, olmasını arzuladıklarımızı, ülkemizin sanat alanında atacağı daha büyük adımlar için neler yapabiliriz, neler yapmamalıyız bunları birer politika önerisi olarak Cumhurbaşkanımıza sunuyoruz.
Kendileri onayladıkları konuları seçip kimi zaman Kültür Bakanlığı’na kimi zaman başka bakanlıklara görev olarak veriyor. Çabalarımız devam ediyor.
Pandemi hayatınızda neleri değiştirdi? Bu süreçte edindiğiniz alışkanlıklar var mı?
Pandemi sürecinde eve kapandığımız dönemlerde kendimi dinleme, neler yaptım, neler yapabilirim diye sorgulama, farkındalıklarımı artırma, yıllarca yapamadığım hayal ettiğim şeyleri gündemime alma… Tabii ki bunun dışında bol bol film seyretme, bol bol kitap okuma, bol bol bahçeyle ilgilenme imkânı buldum.
Şehrimize gelme fırsatınız hiç oldu mu? Şehrimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gelmez miyim? Defalarca geldim. 19 Mayıs 1919 Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gün… Samsun’a geldiğim zaman öyle bir duyguyla geliyorum. Ülkemizin Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı olarak bakıyorum. Ülkesini çok seven, ülkesine karşı büyük bir sevda ile bağlı bir kişi olarak Samsun’un böyle bir ayrıcalığı, özelliği ben de elbette ki var.